Bir
gece önce ekranda Modern Folk Üçlüsü ile birlikte “Dönme Dolap”ı seslendiren
Zerrin Özer, 29 Aralık Pazartesi günü Ankara’da düzenlediği basın toplantısında
yarışmadan çekildiğini açıklıyordu.
“Ankara havası” diye bir gerçeği var bu memleketin. Ne eller
havaya pop, ne cayır cayır “rock”, ne hıdı hıdı dıdı dıdı “rap” ve vals, tango,
köçekçe, oryantal, şu, bu… Hayatının bir kısmı eğlenme maksadıyla bir araya
gelmiş insan topluluklarının içinde geçmiş biri olarak bizzat şahidim ki en
elit, en nezih partilerin, düğünlerin, organizasyonların en burnundan kıl aldırmayan
davetlileri bile gecenin sonunda bir Ankara havasına teslim olur, olmuştur; bu
hiç sekmez.
“Ankara havası” denince akla bin yıldır “Misket”, “Fidayda”
filan gelirdi ama sonra Ankaralı şarkıcılar modası başladı ve “Bas Bas Paraları
Leyla’ya” gibi, “Arabada Beş Evde On Beş” gibi sonradan yapılma ya da tornistan
şarkılar eklendi literatüre. Ne var ki 2010’lu yıllarda türün klasiklerine iki
yeni eser eklendi ki onlar en az “Misket” ve “Fidayda” kadar yaygınlaştı ve
hatta denilebilir ki kalıcı oldu. Evet, “Ankara’nın Bağları” ve “Erik Dalı”ndan
bahsediyorum.
“Erik Dalı” başka bir yazının konusu; şimdi konumuz
“Ankara’nın Bağları”. Hani her düğün dernekte şakkıdı şukkudu bize göbek
attıran o meşum türkü. 2010’lu yılların başında Ankaralı Coşkun’un sesinden
meşhur oldu ve hemen her sahne repertuarına girdi. Gelin görün ki aslında böyle
bir türkü yoktu. Yani vardı da aslı böyle değildi. Orta Anadolu abdal geleneğinin
son temsilcilerinden Seyit Çevik’in zamanında Kırşehir’in Keskin yöresinden
derlediği türkü, “İp Attım Ucu Kaldı” diye biliniyordu. Babası da bir saz
sanatçısı olan Seyit Çevik, kendisine Hacı Taşan tarafından hediye edilen
kemanla müziğe başlamıştı ve bu türküyü de kemanıyla pek güzel çalar, içli içli
de söylerdi. Zaten sözlerine bakıldığında da acıklı, hüzünlü bir türküydü.
Peki ne oldu da bu türkü bir oyun havasına, “Ankara
havası”na dönüştü?
İşte o da tamamen bu Ankaralı şarkıcı modasının bir sonucu.
Coşkun Direk, nam-ı diğer Ankaralı Coşkun, türküye aslında var olmayan bir
nakarat yazdı. Herkesin malumu o nakarat, Ankara’nın bağlarından, büklüm büklüm
yollarından bahsediyor ve sarhoşluktan kollarını kaldıramayanları dahi piste
çıkmaya teşvik ediyordu. Başardı da nitekim. Artık yeni bir oyun havamız
olmuştu.
Bu iyi bir şey midir, kötü bir şey midir, tartışmaya çok
açık. Anonim ve otantik türkülerin, ağızdan ağıza hatta bazen yöreden yöreye
değiştiği vakidir ama bu tam olarak öyle bir şey değil. Bir nevi deforme etmek
belki. Ne çare artık bir nesil bu türküyü böyle biliyor, böyle ezbere aldı.
Halk müziğinin günümüzden iki ustası İsmail Altunsaray ve
İsmail Tunçbilek de buradan yola çıkarak olsa gerek, türküyü orijinal haliyle,
“İp Attım” adıyla yeniden seslendirmişler. Kalan Müzik etiketiyle geçtiğimiz
günlerde yayımlanan tekli, türküyü İsmail Tunçbilek’in düzenlemesiyle otantik
haliyle ama modernize edilmiş bir biçimde dinleyici karşısına çıkarıyor.
Halk müziği tek sesli mi kalmalıdır, çok sesliliğe adapte mi
edilmelidir tartışmasına girersek, ‘80’li yıllara geri dönmemiz gerekir. Halk
müziği her şeye rağmen, gelip geçen bütün modalara, akımlara rağmen ayakta
kalabilmiş, kemik dinleyicisini hiç kaybetmemiş bir tür. Göze görünmese de çok
dinlendiği, farklı müzik türlerinin içinden de sık sık geçtiği bilinen bir
gerçek. Bu anlamda gerek İsmail Tunçbilek’in gerekse İsmail Altunsaray’ın ayrı
ayrı ve birlikte yaptıkları işlerin halk müziğinin diri tutulmasında ve geniş
zamanlı kalmasında önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu tür düzenlemeler otantiği bozuyor mu bozmuyor mu kısmı
akademik düzeyde tartışma gerektirir belki ama genç kulaklar için, (misal
alttaki ritim yürüyüşünün) bir yakalayıcı etkisi var bence ve bunu da hafife
almamak gerekir. Orijinal, tek sesli haliyle çalınsa suratları ekşiyecek
insanlarla dolu partilerde “dj” marifetiyle şekil değiştirmiş türkülere nasıl
ayılıp bayıldıklarını çok gördüm zira.
Tam 13 yıl önce, ergenliğin ilk yılları, dostum Barış Ercan
bana gitara başlayacağını ve bir gitar kursuna yazılacağını söyledi. Benim
böyle bir eğilimim ya da isteğim yoktu, ama ona eşlik etmek istedim, sonra
tavuk döner yeriz falan.
Bir kursa girdik, içeride fotoğrafta yanımda gördüğünüz Serkan
Hoca var. Barış yazıldı, Serkan Abi bana yazılıp yazılmak istemeyeceğimi sordu.
"Abi benim gitarla, ‘rock’ müzikle falan çok alakam yok ya…" dedim. Israr
etti, ben de liseye yeni başlamışım, korkunç bir öğrenciyim ve akademik olarak
çok şey vaat etmiyorum (ama çoğunuza olduğu gibi vaat ettiğime inandırılmıştım.)
"Tamam hocam ya, ben de bir ay deniyim bari,"
dedim.
O bir ay hala bitmedi.
O sabah uyandığımda gitara başlayacağımı bilmiyordum. Yine o
gün oraya gitmesem, mesela hikâyeye direkt tavuk dönerciden başlasak, şimdi bu
yazıyı yazacağımı düşünmüyorum.
Serkan Abi o gün beni ikna ederek ve bana ilk gitarımı
vererek hikayemin başlamasına sebep oldu. Hikâyemi yazmak için ilk kalemimi
elime tutuşturmuş gibi düşünün.”
Instagram paylaşımlarından haber çıkaran magazin sayfalarına
özenmek gibi olmasın Batu Akdeniz’in geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesaplarından
paylaştığı bu yazı ve fotoğrafı alıntılamak istedim. Malum, ‘90’lardan bu yana
her Türk gencinin varlığının yegâne temeli şarkıcı olmak. Önceleri bu konuda
yeteneği olmayanların hevesini tanınmak, hayran kazanmak niyetine bağlardım ama
öyle değilmiş, artık anlıyorum. Çünkü tanınmış ve hayran kazanmışlar da bir gün
geliyor, şarkıcı oluyor. Sadece şarkıcı da olmuyor üstüne üstlük; illaki şarkı da
yazıyor, “söz yazarı” ve “besteci” de oluyor.
Öte yandan gerçek yetenek, kendi kendine yolunu bulabiliyor.
Batu gibi hiç zorlamasanız, aklınızdan geçirmeseniz bile…
Evet, Batu Akdeniz gerçek bir yetenek. Gerek grubu Heavy Sky’la
yaptığı albüm, gerekse solo işlerine baktığınızda, onun Türkiye’de ‘rock’ müzik
için ne denli önemli bir kazanç olduğu çok açık gözüküyor.
Hayırlısıyla sonuna geldiğimiz 2020 yılında sırasıyla “Eksik”,
“Yarın Yokmuş Gibi”, aynı şarkının akustik versiyonu ve “Vurdum Kendimi Yola”
adlı şarkıları yayımladı Batu Akdeniz. Geçtiğimiz günlerde ise yeni teklisi “Bir
Sebebi Var”, Garaj etiketiyle dijital platformlarda yerini aldı.
Söz ve müziği Batu Akdeniz’e ait şarkının düzenlemesini
Bulut Gör yapmış. Batu’nun müziğinin harcında klasik ve melodik “rock” müzik var.
Buna karşın günün “sound” anlayışını yakalayarak hem çok olgun hem de genç
şarkılar yaratabiliyor. “Bir Sebebi Var” tam da böyle bir şarkı.
Tertemiz bir “sound”, ilk saniyelerinden itibaren eşlik etme
hissi uyandıran bir ritim yürüyüşü, giderek agresifleşen gitarlar, güçlü bir
vokal. Bu vokal kısmı bir tık önemli çünkü ülkede Thom Yorke ekolü ile Kaan
Tangöze ekolü arasına sıkışmış o kadar çok genç ‘rock’ solisti var ki, Batu’yu ayrı
bir yere koymak lazım.
Şortları ve beyaz çorapları ve şapkalarıyla iki genç adam
Yoğurtçu Parkı’nın basketbol sahasında çalarmış ve söylermiş gibi yapıyorlar.
Klibin özü bu. Her ikisi de kamera karşısında olmaktan son derece rahatsız, o
çok belli. Salman arada bir dans etmeye yelteniyor ama pek de beceremiyor
sanki. Bilge Kağan’sa kameraya bakmak bile istemiyor.
Bu son derece “kitsch” ama izlemesi de bir o kadar eğlenceli
klip Salman Tin ve Bile Kağan Etil’den kurulu KÖFN’ün “Geri Dön” adlı parçasına
ait. Parça, ikilinin geçtiğimiz eylül ayında Dokuz Sekiz Müzik etiketiyle piyasaya
çıkan dört şarkılık kısaçaları “Dans”da yer alıyor.
“Dans” kendi klasmanında, 2020 yıl içinde yapılmış en iyi iş
olabilir. Başta yukarıda bahsi geçen şarkı olmak üzere dört şarkının dördü de
çok iyi, sıkı dans parçaları. Salman Tin tarafından yazılan ve Bilge Kağan Etil
tarafından düzenlenen çok basit, çok sade, neredeyse minimal bir şekilde
çalınmış, söylenmiş. “Sound”un profesyonel bir stüdyodan çıkmadığını da fark
ediyorsunuz dinlerken ama bu sizi rahatsız etmiyor. Çünkü iç gıcıklayıcı
melodileri, akılda kalıcı nakaratları ve dile takılan sözleriyle şarkıların çok
“catchy” ama bir yandan da çok “cool” havasına anında kapılıyorsunuz. En çok da
bu yüzden “Geri Dön”ün ve “kitsch”likte ondan aşağı kalmayan “El”in klibi
bütünü tamamlıyor zaten.
Söz ve müziğin çok ama çok iyi örtüştüğü “El”, daha ilk
dinleyişte eşlik etme ihtiyacı uyandıran “Geri Dön”, hipnotik etkisiyle “El” ve
yüksek temposuyla “Tenine Alıştım Ben” insanın kanını kaynatan, iç açıcı ve aydınlık
şarkılar. KÖFN’ün “Dans” çağrısına kayıtsız kalmak mümkün değil.
Salman Tin ve Bilge Kağan Etil’in müzikal ortaklığı, ev
arkadaşlığı ile başlamış. Biri kendi şarkılarını yazan, biri aranjörlük yapan iki
müzisyenin bu tesadüfi tanışıklığı, hem şarkılarını daha önce Soundcloud
üzerinden paylaşan Salman Tin’in profesyonel anlamda şarkı yayımlamaya başlamasına
neden olmuş hem de KÖFN’ü yaratmış.
2018’de “Bul Beni” ve “Sensiz N’aparım Ben” teklileriyle
başlayan KÖFN macerası, 2019’da “Güneşe Dokundum” ve “Yarım Yarım” teklileri ve
bu şarkıların da içinde yer aldığı, yedi şarkılık “Tepeler” albümüyle devam etmiş.
2020’de ise “Taş Kalbinin Çöllerinde”, “Fren” ve “El” teklilerini “Dans” kısaçaları
takip etmiş.
Salman Tin’in solo çalışmaları da o zamandan bu zamana, KÖFN’le
paralel ilerliyor. 2018’de “Bir Yol Bulunur, Bir Son Bulunduysa” ve “Gözlerinde
Bir Yer” gibi iki güçlü parçayla dikkat çeken Salman Tin, 2019’da “Bir Yol
Bulunur, Bir Son Bulunursa”nın akustik versiyonu ve “Ben Garsonken” adını
verdiği dört parçalık kısaçaları ile çıkışını sürdürmüştü. O günlerde de
yazmıştım, yine yazayım; “Ben Garsonken”in açılış parçası “Aptal Yaprak”, bence
2019’da yayımlanmış en iyi şarkılardan biriydi. Bence, yeteri kadar, hakkınca
gürültü koparmadı; biraz gölgede kaldı.
2020’de önce “Gözlerinde Bir Yer”in akustik versiyonunu
yayımladı Salman Tin. Peşi sıra “Öğrenmiş Bir Kadın” ve “Rüzgâr Beni Savururken”
teklileri geldi. Yıl bitmeden ardı ardına iki tekli daha geldi Salman Tin
cephesinden. Birisi, yeni nesil müziğin dikkat çekici isimlerinden Hayrettin
Taşkaya ile ortak yazıp kaydettikleri “Kırgın Suratın”, diğeri ise gitarist
Mert Perkduraner’in Salman Tin’e eşlik ettiği “Güzel Yalanlar”.
KÖFN ve Salman Tin’in solo işleri, aynı müzisyenlerin
elinden çıkmasına rağmen birbirinden farklı yollardan ilerliyor. KÖFN,
elektroniğin, “synth” seslerin, “loop” teknoljisinin hâkim olduğu, bir neci
yeni yeni dans müziği şarkıları üretiyor. Salman Tin ise daha akustik ve
şairane şarkılar. Müzikal anlamda daha sakin ve yer yer “blues”a yakınlaştığı
şarkılar bunlar. Hani bilmeseniz, farklı müzisyenler tarafından yapıldıklarını
sanabilirsiniz. Ortak nokta ise aynı kendine haslık, söz-müzik dengesi, genç
dil ve henüz işin ticaretine girmemiş, girmeye de hiç niyetli gözükmeyen amatör
ruh. Dolayısıyla Salman Tin ve Bilge Kağan Etil’in müziğin yakın dönem genç
jenerasyonu içinde kazanç hanesine yazabileceğimiz isimler olduğunu söyleyebilmek
mümkün.
KÖFN, “El” teklisini ve “Dans” kısacalarını Dokuz Sekiz
Müzik hesabına yayımlayarak sektörün majör müzik yapımcıları tarafına ilk kez
adım attı. Salman Tin’in başından beri Radyotör etiketiyle yayımlanan solo
işleri ise halen bağımsız müzik tarafta duruyor. Haliyle de ne yüksek bütçeli
klipler ne şarkıları dizilerde çaldırmalar ne de basın duyuruları, tanıtımlar
var o cephede. Müzisyenleri ve şarkılarını kendi kendine keşfetmeyi seven kuşak
için kuşkusuz bunun bir cazibesi var. Öte yandan teknik açıdan daha profesyonel
kayıtlar yapabilmek için (ki bu müzikten kazandığınız parayla ve o parayı müziğinize
geri döndürmekle doğrudan ilgili) daha fazla tanınır, bilinir olmak da kabul
edilebilir bir seçenek. Çünkü hem Salman Tin hem de KÖFN oluşumu, “Ellerinde
daha fazla imkân olsa neler yaparlardı kim bilir” dedirtecek bir nüve taşıyor;
bu aşikâr.
Gelelim Salman Tin’in bir hafta arayla yayımlanan son iki
teklisine…
Salman Tin ve Hayrettin Taşkaya’nın ortak imzasını taşıyan “Kırgın
Suratın”ın düzenlemesini Hayrettin Taşkaya yapmış. İki müzisyenin söz ve melodi
iklimlerinin uyumu kadar seslerinin uyumu da şarkıyı etkileyici kılıyor. Aşkın
türlü halleri türlü şarkılarla anlatılır bin yıldır. Herkes benzer hikâyeler yaşar
belki her dilde farklı tınlar, yeniden yazılır, yazıldı hep. “Kırgın Suratın”
da böyle bir şarkı. Aynı kelimelere yazılmış aynı hikâyenin hiç söylenmemiş cümleleri
ve o cümlelerle birlikte sanki kendiliğinden çıkıp gelivermiş gibi duran melodi,
sınırları geniş bir müzikal anlayışla düzenlenmiş.
Söz ve müziği Salman Tin’e ait “Güzel Yalanlar” ise klasik
gitar yürüyüşü ile başlayıp “blues”a doğru yol alan, Mert Pekduran’ın solosuyla
ateşlenen, sakin, sade, iddiasız ama akla hemen yer eden bir şarkı.
Alakasız bir fotoğraf değil; "Güzel Yalanlar" tekli kapağı :)
Artık müzikte öncelikli aradığımız husus olmasa da ben yine
de söyleyeyim: Salman Tin çok güçlü bir ses, çok buğulu, çok kadife, çok sıfat
sıfat üstüne bir ses, bir şarkıcı değil. Elbette olması da gerekmiyor;
özellikle de kendi şarkılarını yazan, anlatan bir müzisyen olması hasebiyle. Ayrıca
kendi kuşağındaki birçok şarkıcı gibi bozuk bir Türkçe, yanlış vurgular,
burundan çıkan bir sesle şarkı söylemiyor. Zamanla şarkıcılığını geliştirmemesi
için de bir sebep yok.
İster sondan başlayın ister baştan ama henüz
keşfetmediyseniz hem Salman Tin hem de KÖFN diskografilerini keşfetmekte daha
fazla geç kalmayın. Garanti veriyorum, seveceksiniz.
27 Ekim 1980 Pazartesi günü, şarkıcılar hangi şarkıları seslendirmek istediklerini
TRT yönetimine bildirdiler. Aynı gün Eurovision Düzenleme Kurulu’ndan İzzet Öz,
bestecileri de yanına alarak bir basın toplantısı yaptı ve hangi şarkıcının
hangi şarkıları seçtiğini kamuoyuna açıkladı. Geçen sürede kimi şarkıcılar karar değiştirmiş, verilen firelerden sonra 24 isimden geriye sadece 14 isim kalmıştı.
Bir nesil onu “Baba” ya da daha yaygın bilinen adıyla “İstemiyorum
Baba” ile tanıdı ama bizim nesil çok daha önce tanımıştı aslında. Henüz “Kızım
seni Edi’ye vereyim mi, kızım seni Büdü’ye vereyim mi?” diye onu darlayan tuhaf
adamlar yoktu. Özel televizyonlar, radyolar, “Top 10” listeleri, reyting
rekorları kıran eğlenceli yarışma programları yoktu. Ağır başlı siyah beyaz
televizyonun ağır kanlı sunucuları alabildiğine düzgün diksiyonlarıyla kibar
kibar anons ederdi sıradaki sanatçıyı: “Sevgili seyircilerimiz, şimdi genç bir
sanatçımız var sırada. Sözleri Tülay Aktulga’ya, bestesi Ertuğrul Çayıroğlu’na
ait bir şarkı seslendirecek bizler için. Dilerseniz kendisini buraya davet
edelim ve şarkısının ismini bize kendisi anons etsin. Alkışlarınızla: Rüya
Ersavcı!”
Sertab’a çok söylemişler. Demişler ki “Bu yeni düzende öyle
albümle malbümle bu iş olmuyor. Dijital platformlar şarkıları listelere tek tek
alıyor, pazarlama tek şarkı üzerinden gidiyor.” Demişler ama dinletememişler.
Böyle anlattı bu yaz Açık Hava’da izlediğim konserinde Sertab.
2020 kötü geldi, kötü gidiyor. 2021’de neler olur bilmiyoruz
ama iyimser olmak için sebepler bulmaya çalışıyoruz işte. 2020 bize yeni bir
Nur Yoldaş albümü getirdi mesela; geçmişten bugüne, bu ülkede yapılan müzikle
biraz ilgiliyseniz, bundan kocaman bir sevinç çıkarmak pekâlâ mümkün.
Nur Yoldaş, ‘70’lerde Nur Belda olarak başladığı müzik
yolculuğunu, Ergüder Yoldaş’la evlendikten sonra Yoldaş soyadıyla devam
ettirdi. Çiftin ilk dönem yaptıkları “İşler ve Günler”, “Berlin Berlin”, “Boş
Beşik” ve “İlyada” gibi son derece ilerici ve deneysel şarkıları ‘80’lerin
hemen başında “Sultan-ı Yegâh” fırtınasına giden yolu açtı. İki albüm süren Nur
Yoldaş – Ergüder Yoldaş ortaklığı, Türk pop müziğinin aslında ne olması ve
nasıl olması gerektiğine dair, müzik geçmişimizde bugün dahi üstüne
çıkılamamış, benzeri yapılamamış örnekler bıraktı.
‘90’larda “Sakine” adlı üçüncü albümünü piyasaya çıkaran,
sonrasında sahneye devam etse de albüm yapmayan Nur Yoldaş, geçtiğimiz yıllarda
oğlu Tunç Devrim Yoldaş’ın imzasını taşıyan “Sahiden”, “Bir Gamlı Hazan” ve “Masal”
adlı şarkıları yayımlamış, böylece yıllar sonra yeni şarkılarla dinleyici
karşısına çıkmıştı. Bu şarkılardan “Masal”, 2018 yılında Amerika’da Hollywood
Songwriting Competition adlı yarışmanın “world music” kategorisinde birincilik
ödülü kazanmış, bu haber o günlerde basında yer bulmuştu.
Nur Yoldaş, son derece iyi bir şarkıcı olması bir yana, bir
entelektüeldir aynı zamanda. Dünyayı, olan biteni, sanatı, tarihi bilir,
yakından takip eder. Bu derece mütevazı olması da bundandır. Onun yerinde bir
başkası olsaydı, “Sultan-ı Yegah”ın başarısıyla kazandığı şöhreti ve
popülerliği sürdürmek için piyasanın koşullarına ayak uydurabilir ve bugün
olduğundan çok daha varlıklı, şatafatlı bir hayat sürebilirdi. O ise göz önünde
olmamayı göze alarak korudu ismini. Yıllar sonra geri döndüğünde hâlâ aynı
sağlam yerde duruyor olmasını şüphesiz buna borçlu.
Nur Yoldaş’ın Arpej Müzik etiketiyle yayımlanan yeni albümü
“İz Bırakanlar” beş şarkıdan oluşuyor. Beş şarkının beşi de Türkçe “rock” ve
alternatif müziğin yakın geçmişinden bildiğimiz şarkılar. Emre Aydın’dan “Hoşça
Kal”, Cem Adrian’dan “Ben Seni Çok Sevdim”, mor ve ötesi’nden “Araf”, Şebnem
Ferhat’tan “Artık Kısa Cümleler Kuruyorum” ve Özlem Tekin’den “Aşk Her Şeyi
Affeder mi?”
Neresinden baksanız riskli bir iş. Neden? Çünkü “rock”
camiası, müzisyeninden dinleyicisine (“rock” müziğin felsefesine tamamen zıt
bir biçimde) tutucudur. Kolay kolay dışarı kız vermez. Bir şarkının küçücük
dokunuşlarla “rock”tan alaturkaya, poptan arabeske evrilebileceği gerçeği de
nedense hiç dile getirilmez. Haliyle riskin büyüğü şarkıların “rock”
kategorisinden seçilmiş olması.
İkinci risk ise yakın bir zamanda bir vesileyle yazdığım
“cover” meselesi. Bugün artık müzik piyasasında tutunmaya çalışmanın en kolay
yolu “cover” yapmak ve bu yüzden de suyu çıkarılmış vaziyette. Oysa “cover” yapmak
içinde iddia barındıran bir teşebbüs. Şarkıya yeni bir şey katabilecek, eski
halini aratmayacak bir öneriniz varsa ne âlâ; ötesi ticaret. Şarkıcı olarak
yeni bir şey katabilmek için de bir şarkıcıdan fazlası, bir yorumcu olmanız
gerekiyor her şeyden önce. Tabii söz konusu Nur Yoldaş olunca bu kaygı
kendiliğinden bitiyor ve tam tersine “cover” şarkı nasıl söylenir dersi
başlıyor. Bu paragrafı da “coverperest” genç arkadaşların gözüne sokmak için
yazdım nitekim.
Hepsi sevdiğimiz şarkılar, hepsi şarkıcılarının sesinden
kulaklarımıza yer etmiş şarkılar ve üstelik henüz ilk versiyonları unutulacak
kadar eski de değiller. Buna karşın Nur Yoldaş sesi ve şarkıcılığı ile
şarkıların üstüne çıkıyor; daha önce ondan duymaya alışık olmadığımız bir müzik
türünün içinde son derece kendinden emin bir biçimde, kendi izlerini sürerek
geziyor.
Düzenlemeler de “rock” formunun dışına çıkmamakla birlikte,
şarkıları senfonik tınılarla besleyip, klasiğin sınırlarında dolaştırarak Nur
Yoldaş’a yol veriyor. Zaten bu projedeki bir başka risk de düzenlemeler
olabilir, şarkılar kulağa büsbütün yabancı gelebilir, tatsız kaçabilirdi. Yakın
geçmişten birkaç “rock” şarkısının caz versiyonlarını hatırlıyorum mesela, kötü
birer örnek olarak. Öyle olmamış neyse ki. Düzenlemelere kimlerin imza attığını
da not düşeyim bu arada: “Hoşça Kal” Koray Üsgülen, “Ben Seni Çok Sevdim” Tolga
Şanlı, “Araf” ve “Aşk Her Şeyi Affeder mi?” Deniz Beydilli, “Artık Kısa
Cümleler Kuruyorum” ise Cengiz Tural, Deniz Beydilli,Koray Üsgülen ve Tolga
Şanlı tarafından düzenlenmiş.
Albümde en çok ilk klip şarkısı olarak da seçilen “Ben Seni
Çok Sevdim”den etkilendim. Zaten çok sevdiğim ama Nükhet Duru’nun sesinden daha
da çok sevdiğim bu şarkıyı, Duru’dan bir başkasının bu kadar etkileyici bir
biçimde söyleyebileceğine açıkçası hiç ihtimal vermezdim.
Beş şarkı arasında doğru seçim olmadığını düşündüğüm tek
şarkı ise “Aşk Her Şeyi Affeder mi?” oldu. Şarkının gezindiği ses aralığı, Nur
Yoldaş’ın ses aralığını daraltmış, zorlamış hissine kapıldım. Bir de hep
tersini savunurum ama, bu defa Yoldaş’ın sesinin mikste biraz daha aşağıda
kalması daha parlak bir sonuç verebilirmiş gibi geldi bana. Özellikle de “Hoşça
Kal”da.
Albümün alt başlığı “Vol.1”; yani belli ki arkası gelecek.
Gelen ne olur, yine “rock” yöresinden mi seçilir şarkılar, yoksa başka bir
sürpriz mi çıkar karşımıza, bunu yakın gelecekte göreceğiz ama devamının
gelecek olması zaten tek başına şahane bir haber.
İyi ki Nur Yoldaş var. İyi ki Tunç Devrim Yoldaş, annesinin
kaldığı yerden, aynı sağlam yerden devam etmesi için yanında. İyi ki ülkenin
görüp göreceği en muazzam müzisyenlerden birinin gölgesi üzerlerinde, mirası
ellerinde.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.