2009 yılında ilk albümünü yayımlayan Çağrı, 2011 yılında iki şarkılık bir tekliyle karşımıza çıkmıştı. Çağrı’nın yeni teklisi “Neden Mutlu Değilim?”, Aralık 2012 tarihinde DMC etiketiyle piyasaya sürüldü.
Söz ve müziğini Çağrı, Onur Özdemir ve Alper Narman’ın birlikte yazdığı şarkının düzenlemesini Mustafa Ceceli yapmış. Eğlenceli bir kapak tasarımı ile piyasaya sürülen tekli, görsel olarak dikkat çekici olsa da, içerik olarak hayal kırıklığı yaratıyor zira “Neden Mutlu Değilim?” (sonuna soru işaretini ben koydum; kapakta konulmamış) tekli olarak piyasaya sürülecek güçte, etkili bir şarkı değil; adındaki slogan kokusuna rağmen, bir “hit” hiç değil. Buna karşın başka bir açıdan şarkının dikkat çekici bir tarafı var ki o da Çağrı’nın sesini başka bir şekilde kullanmaya başlamış olması. Daha önceki çalışmalarında kulağa çarpan bunalımlı ergen kız modeli gitmiş, yerine düzgün şarkı söyleyen, sesini doğru kullanan genç bir kadın gelmiş. Bu kez çok daha kendinden emin, ağzından çıkan kelimelere de, notalara da yeterince hâkim. Yani Çağrı önemli bir problemi halletmiş görünüyor. Demek ki geriye sadece daha iyi şarkı bulmak/yazmak kalıyor. Bu şarkıda o ışığı göremediğimize göre, kısmet bir sonrakine diyelim.
Röya, Azerbaycan’da hem şarkıcı hem de oyuncu ve model olarak popülerlik kazandıktan sonra Türkiye müzik piyasasında da adını duyurmak maksadıyla birkaç adım atmıştı. Dikkatli müzikseverler onu 2008 yılında konuk şarkıcı olarak katıldığı Pop Star Alaturka yarışmasından ya da aynı yıl Türkiye’de piyasaya çıkan “Gel Daniş” adlı albümünden hatırlayacaklardır.
Röya’nın Azeri Türkçesiyle söylediği şarkıların yer aldığı bu albüm pek fazla dikkat çekmemişti. Belli ki buradan yola çıkarak bir taktik değişikliğine gidilmiş. Zira Röya’nın 2012 yılı Kasım ayında DMC etiketiyle piyasaya sürülen ilk teklisi, onun Türkiye’deki ilk hamlesiymiş gibi lanse ediliyor. Her şeyden önce müthiş bir fiziksel değişim geçirmiş. Sonrasında Türkiye Türkçesine ciddi anlamda çalışmış ve bir Soner Sarıkabadayı bestesiyle de tamamen Türk pop piyasasının kurallarıyla oynamaya hazır hale gelmiş.
Ortaya çıkan sonuca bakınca, doğru bir strateji geliştirildiğini söyleyebilmek mümkün. Bir kere Röya’nın sesi tam da bizim buralarda sevilebilecek bir renkte. Hem alto (ki kadın sesinde en sevdiğimizdir) hem de “buğulu” diye tabir ettiğimiz cinsten, biraz kısık, biraz seksi ama alabildiğine de güçlü bir ses. Üzerine bir de etkileyici bir görsellik koyarsanız zaten averaj almış oluyorsunuz. Paketi tamamlamak için gerekli olan son şey de “hit” potansiyeli olan bir şarkıysa ve bunun için Soner Sarıkabadayı hâlâ geçerli bir adresse (ya da birileri öyle olduğunu düşünüyorsa), neden olmasın?..
Nitekim olmuş da görünüyor. Şarkı tipik bir Sarıkabadayı bestesi; ne bir eksik, ne bir fazla. Birkaç dinleyişte dilinize dolanacak, bir iki cümlesi aklınıza bir çırpıda yer edecek cinsten. Röya’nın en büyük dezavantajı olabilecek Türkçe telaffuzu da (vokal koçu Murat Aziret’in marifetiyle olsa gerek) bir şekilde halledilmiş; kulağa ters gelen hemen hiçbir vurgu ve telaffuz hatası yok. Teklide “Gönder” adlı şarkının Mustafa Ceceli tarafından yapılmış orijinal ve akustik düzenlemelerinin yanı sıra bir de Kaan Gökman imzalı “remix” versiyonu var. Bu üçü de gayet başarılı düzenleme, şarkıyı farklı ruh halleriyle dinlenebilir hale getiriyor.
Tamer Yılmaz imzalı kapak fotoğrafları ile Röya’nın fiziğine de dozunda bir vurgu yapılmış ki, aynı vurguyu şarkı için çekilen klipte de ziyadesiyle (özellikle göğüs dekoltesi bazında) görmek mümkün. Pop müzik arenasında sadece bunun bile tek başına dikkat çekmeye yeteceğini söylememe bilmem gerek var mı?..
Tek bir eksiden söz etmek gerekirse şayet, o da Röya’nın bu yeni imajındaki soğuk ve mesafeli duruş olabilir ki (başka videolarından göründüğü kadarıyla aslında öyle değil), peşi sıra gelecek sıcak bir şarkıyla o da artıya çevrilebilir.
Röya’nın bu tekliyle kozlarını doğru oynadığını söylemek yanlış olmaz. 2013 yılında Röya adının Türkiye müzik pazarında sıkça anılır hale gelmesi şaşırtıcı olmayacak.
Haziran ayında “Kaptan” adı verilmiş teklisiyle dinleyici karşısına çıkan Mavi, Kasım ayında bu defa “Aç Kapıyı” adlı dört şarkılık “maxi-single”ı yayımlayarak 2012’yi kapattı. Dört şarkıdan ikisi, yani “Kaptan” ve “Bilirim”, önceki teklinin şarkıları. Diğer iki şarkının ikisi de birer “cover”: Özdemir Erdoğan’ın sesinden tanıyıp sevdiğimiz “Aç Kapıyı” ve Belçikalı bir şarkı yazarı ve şarkıcı olan Selah Sue’nun 2010 çıkışlı “Raggamuffin” adlı şarkısının sözleri Mavi tarafından yazılmış, “Yine Aynı Hikâye” adını taşıyan Türkçe versiyonu.
Daha önce de yazmıştım, bir kez daha yinelemekte fayda var. İki bin onlu yılların bize tanıştırdığı enteresan isimlerden biri Mavi. Kendine has bir sesi, tarzı ve tavrı var. Daha ilk albümünde ortaya koyduğu farklılığını, bu çalışmasıyla da hissettirmeye devam ediyor.
“Yine Aynı Hikâye”de aranjör Hasan Meten, şarkının orijinal düzenlemesine birebir sadık kalmış. Tamamen akustik bir icra, her kelimesi yerine oturmuş Türkçe şarkı sözleri ve Mavi’nin kişilikli üslubuyla eksiksiz gediksiz bir şarkı çıkmış ortaya.
Özdemir Erdoğan versiyonu artık bir klasik haline gelmiş “Aç Kapıyı” ise orijinal bas yürüyüşlerine sadık kalınmakla birlikte Göksun Çavdar’ın çaldığı klarnetle renklendirilirken pop caz tadının pop tarafına daha fazla yüklenilmiş bir düzenlemeyle karşımıza çıkıyor. Bir parça daha hızlı ve kuşkusuz daha feminen… Ancak şarkının orijinal halini bilenleri küstürecek kadar bambaşka da değil. Kaldı ki Mavi bir “cover” söyleyecekse illa, seçilebilecek en doğru şarkılardan biri bu olabilirdi.
Popun genel geçerinin uzağına kaçmadan alternatif olabilmenin yolunu bulmuş Mavi. Ve bu yolda emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor. Kısa vadede kazançlı çıkmak, popüler olmak, birinci ligde top koşturmak elbette mümkün değil bu yolda. Zaten öyle bir kaygısı olmadığı da görülüyor. Bu yolda, bu kararlılıkla yürümeye devam ettikçe, uzun vadede yerini sağlamlaştıracağını söylemek kehanet olmaz.
O Ses Türkiye yarışmasının birinci sezonunda Hülya Avşar’ın ekibine girmeyi başararak yarı finale kadar yükselen İrem Derici, yarışmada seslendirdiği yabancı şarkılar, güçlü sesi ve farklı fiziğiyle dikkat çekmişti. Beş yaşında konservatuar eğitimi almaya başlayan İrem Derici 3 yıl boyunca Monopop adlı grubun solistliğini yaparak sahne deneyimi kazanmış. Müzikle yakın ilişkisi O Ses Türkiye yarışması ile hedefini bulmuş. Derici’nin ilk teklisi 2012 yılının Kasım ayında yayımlandı.
Sözleri Özlem Küçükyılmaz’a, bestesi Melih Kibar’a ait “Bensiz Yapamazsın” adlı şarkının iki farklı versiyonla yer aldığı tekli, DMC etiketiyle piyasaya sürüldü. Şarkının en dikkat çekici özelliği Melih Kibar’ın ölümünden önce yaptığı son beste olması (ya da en azından öyle lanse ediliyor.) Daha önce şarkıyı Melih Kibar’ın ricasıyla, deneme maksadıyla, bir tek kez seslendiren Derici, müzik piyasasına atılacağı zaman da çıkışını bu şarkıyla yapmak istemiş. Yarışma performanslarında da fark edildiği üzere yabana atılmayacak bir sesi var İrem Derici’nin. Şarkı da ona bu artısını yeterince gösterme şansı tanıyor. Tekniği olabildiğince iyi. Bununla birlikte şarkıyı doğru söyleme gayretinin, şarkı sözlerinin taşıdığı duygunun önüne çıktığı da yer yer belirgin şekilde hissediliyor. Sanki Eurovision ya da bir benzeri bir festival şarkısı/performansı dinler gibi oluyorsunuz. Elbette bu durum, ilk şarkısını kaydetmiş bir şarkıcı için göz ardı edilebilecek bir handikap.
Bülent Uludağ tarafından yapılmış iki farklı düzenlemenin de şarkının ruhuna uygun, macera peşinde koşmayan, müzikalitesi yüksek işler olduğu rahatlıkla söylenebilir. Nihat Odabaşı imzalı gizemli kapak fotoğrafının albenisi de gayet yüksek.
İrem Derici’nin bu zamanda böylesi eski stil bir şarkıyla yola çıkması, neresinden baksanız cesur bir adım. Ne ki şarkının aldığı tepkiye bakılırsa, onun bunu bir avantaja dönüştürmeyi başardığı da söylenebilir. Bundan sonra gelecek yeni şarkıları ya da albümü merakla beklememek için bir sebep yok.
(24 Aralık 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Salih Nazım Peker, Orçun Baştürk, Erdoğan Türksever ve Özgür Yılmaz’dan kurulu Kırıka, 2000 yılından itibaren dizi ve film müzikleri ile adını duyurmakta iken, ilk albümü “Kaba Saz”ı 2008 yılında yayımladı. Kırıka’nın Baykuş Müzik etiketiyle geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan yeni albümü ise “Yılların Ettiğini” adını taşıyor.
Grup yaptığı müziği ‘şehirli halk müziği’ olarak tanımlıyor. Bu tanımın açılımında zeybekler, oyun havaları, rebetikolar ve kasap havaları gibi Ege denizin iki yakasının yanı sıra Arjantin’den dünyaya yayılan tango geleneğinin ve caz müziğinin çıkış noktası kabul edilen New Orleans caz orkestralarının tavrı var. İlk okuyuşta tüm bu müzik türlerinin aynı cümle içerisinde kullanılması biraz kafa karışıklığı yaratıyor. Kırıka’nın başarısı tam da bu noktada başlıyor zaten.
Birbirlerinden kilometrelerce uzak coğrafyaların, tarih içerisinde ya eskimiş ve unutulmaya yüz tutmuş ya da form değiştirip zamana ayak uydurmuş müziklerinin ve müzikal anlayışlarının izini sürmekle kalmıyor Kırıka, hepsini ortak bir paydada birleştirip, buradan kapısı bugüne açılan yeni bir müziğe çıkarıyor yolumuzu. Gelenekselden beslenirken, yaygın eğilimin aksine gelenekseli modernize etmek gibi kolaycı bir formülün arkasına da saklanmıyor üstelik. Eskileri yeniden düzenleyip söylemiyor; geleneksel formu tamamen yeni şarkılarla, yeniden yaratıyor.
Albümde 12 şarkı var. Bestelerin tamamı Salih Nazım Peker tarafından yapılmış. Şarkı sözlerinin bazılarını Salih Nazım Peker yazmış, bazı şarkılarda ise Mustafa Kamil Gök, Orhan Veli ve Gökhan Horzum’un şiirleri kullanılmış. Kırıka’nın müziği, bestelerin, enstrümanların kullanış biçimlerinin, solist icrasının ve düzenlemelerin yanı sıra şarkı sözleriyle de iddiasını taşıdığı tavrı bütünlüyor. Bir şarkıda ellili yılların İstanbul’unda bir salaş meyhanede gizli sevdanıza demlenip içiyorken, başka bir şarkıda Aydın Güzelhisar’da zeybeğe duruyor, oradan Keçi Kalesine selam ediyor, derken elinizde rakı kadehi, karşı yakanın göz kırpan ışıklarında, özlemini çektiğiniz sadık dostlarınızı arıyorsunuz.
Türkiye gibi birbirinden çok farklı kültürlerin harmanlandığı bir iklimde yaşıyor olmamıza karşın hâlâ dünya müziği kategorisinde hatırı sayılır bir varlık gösteremediğimiz bir gerçek. Bugün dünya müzik pazarında “world music” kategorisinde rafları süsleyen Türk albümleri genellikle ucuz stüdyolarda,birkaç saatte üstünkörü kaydedilmiş halk müziği ve klasik Türk müziği albümleri oluyor. Belki birkaç Kalan Müzik albümü ile Tarkan ve Sezen Aksu albümleri yer bulabiliyor onların yanında. Bir de yasal baskıları olmadığından gayri resmi yollarla çoğaltılan, ancak buna rağmen epeyce rağbet gören ’60 ve ‘70’li yıllara ait Anadolu pop şarkıları/albümleri var. İşte Kırıka tam bu noktada ciddi bir alternatif olabilir ki, bugüne dek Avrupa ve Orta Doğu’da sayısız konser vererek bu yolda ilerlemeye çoktan başlamışlar zaten.
Bugünün pop müziğinin ve halk müziği başlığı altında dinleyiciye sunulan tekdüzeliğin kulaklarımızda yarattığı dar alana sıkışmış algı Kırıka’nın müziğine vakıf olmak yolunda önünüze bir set çekebilir. Ne var ki bir yandan da duyduğunuz her melodide, her sözde, derinden, çok derinden, ait olduğunuz geçmişten, büyüdüğünüz topraktan, havasını soluduğunuz coğrafyadan tanıdık tatlar, kokular, duygular sızacak ince ince. Albümü dinledikçe daha çok seveceksiniz.
(17 Aralık 2012 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Şu sıralar altı ayrı eyalette konser vererek Amerika turnesini tamamlayan Gripin, önümüzdeki Mart ayında da dünyanın en büyük müzik festivali kabul edilen SXSW’de sahneye çıkmak üzere ikinci kez yeni dünyanın kapısını çalmaya hazırlanıyor. Bu kapsamda üç şarkılık, İngilizce bir “EP” de gündemde.
Gripin’in beşinci albümü “Yalnızlığın Çaresini Bulmuşlar” ise, geçtiğimiz günlerde Avrupa Müzik etiketiyle piyasaya sürüldü. Albümde söz ve müzikleri grup elemanları ve Haluk Kurosman’a ait on şarkı ve bir de “cover” yer alıyor.
Gripin, 2004 çıkışlı ilk albümü “Hikâyeler Anlatıldı”dan bu yana, popülerliğine koşut olarak başarı grafiğini de giderek yükselten bir grup. Bu son albümde ulaşılan teknik düzey, gerek düzenlemeler, gerekse enstrüman icralarında varılan çizgi de bunu gösteriyor. İyi şarkı sözleri ve güçlü melodilere sırtını dayayan Gripin müziği, doğal olarak dinleyici cephesinde de karşılığını buluyor.
Buna karşı Gripin’in nicedir (amiyane tabiriyle) “ağlak rock” diye tanımlanan müzik türünün kolaycılığına teslim olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Nitekim yer yer epeyce dramatikleşen şarkı sözlerinin ve solist tavrının, kimi şarkıların içinden geçen alaturka motiflerin ve düzenlemelerde ney, bağlama, klarnet gibi, alaturka yaylılar gibi renk sazlarının fazlaca kullanılmasının “rock” müzikten uzak bir kitleye de Gripin’i sevdirdiği bir gerçek. Tıpkı Emre Aydın da olduğu gibi.
Müziğini sıfatlara mahkûm etmek, kategorilere sıkıştırmak istemeyen Gripin ise bu eleştirilere kulak asmak niyetinde olmadığını bu albümle bir kez daha gösteriyor. Albüm adının da işaret ettiği gibi, ağırlıklı olarak yalnızlık ve aşk teması üzerine oturtulmuş şarkıların tamamında belirgin bir melankoli ve hüzün var. Bununla birlikte “Hayat Bana Güzel” ve “Bir Cevabım Var mı?” gibi şarkılarda saklı hayata dair sorular, insanlık hallerine dair vurgular da yok değil.
Muhafazakâr “rocker” çekincelerini bir kenara koyarsanız, “rock” müziğin içinden alaturkalı, arabeskli Türkçe popu doğru dozda geçirmek ve bu bileşimi iki ayrı kutbun ucuz klişelerinden beslenmeden yapabilmek de kolay değil. Gripin bunu hakkıyla başarırken iyi müziğin gerekliliklerine de sırtını çevirmiyor. Bu noktada her bir Gripin üyesi kadar, prodüktör Haluk Kurosman’ın da yetkin imzaları kendini hissettiriyor.
Yüzünü daha fazla popa dönmüş “Neden Bu Elveda?”, “Bugün Yalnızlığımın Doğum Günü” ve çıkış şarkısı “Yalnızlığın Çaresini Bulmuşlar”, doğal olarak ticari anlamda da başarı şansı yüksek şarkılar. Daha önce Leman Sam tarafından seslendirilen Şevval Sam bestesi “Gül Güzeli”, dinleyiciyi kolay tavlayacağı çok açık olmasına karşın, albümün bütünü içinde ‘olmasa da olurmuş’ dedirtiyor dinleyene. Bununla birlikte ilk dört şarkıdan sonrasının grubun kemik kitlesi tarafından daha çok benimsenecek şarkılarla devam ettiğini de söylemek lazım. Şarkıların taşıdığı, koyu gölgeli kahverengi tonlarının, aralardan sızan beklenmedik ışık demetlerinin bire bir karşılığı gibi duran fotoğraflar ve kapak tasarımı ile bir küçük poster ve şarkı sözleri kitapçığından oluşan kartonet, albümün şık bir tamamlayıcısı gibi duruyor.
Belirgin bir müzikal standart yakalamış ve bu anlamda belki de Gripin’in (şimdilik) en iyi albümü sıfatıyla anılmayı şimdiden hak etmiş bu albümün, türün meraklılarını yeterince tatmin edeceği aşikâr.
Üniversite eğitimi için İstanbul’dan İzmir’e giden Evrim Özkaynak, sonrasında İzmir’e yerleşmiş ve orada çeşitli mekanlarda sahneye çıkarak müzik yolculuğuna başlamış. Şarkı söylediği bir mekana Sezen Aksu’nun gelmesi, onu dinleyip çok beğenmesi ve ardı ardına birkaç kez daha gelip gittikten sonra onu İstanbul’a davet etmesiyle önünde yeni bir yol açılmış. Üç yıl kadar Sezen Aksu’ya vokal yapan Evrim Özkaynak’ın ilk albümü Eksik Hece, geçtiğimiz günlerde İrem Records etiketiyle yayımlandı.
Öncelikle şunu söylemek lazım ki, yıllardır birçok isim için kullandığımız ‘Sezen Aksu’nun vokalisti’ titrini Evrim Özkaynak için tek referans yapmak haksızlık olur. Çünkü Özkaynak ve Aksu’nun yollarının kesişmesi, onun müziğin eğitimini aldıktan ve kendi kanatlarıyla uçmaya başladıktan sonraki sürece denk geliyor. Üstelik kendi şarkılarını da yazan, enstrüman çalan bir şarkıcı Evrim Özkaynak. Bununla birlikte Sezen Aksu gibi bir tek başına bir okul saydığımız bir müzisyenin sahnesinden, stüdyosundan ve hayatından pay almak da muhakkak ki ondaki cevherin daha kısa sürede ve daha doğru şekilde işlenip ışıldamasına sebep olmuştur ki albümü dinlerken bu açıkça hissediliyor zaten.
Aykut Gürel’in prodüktörlüğünü ve aranjörlüğünü yaptığı albüm, sözlerini Zeynep Talu’nun yazdığı, bestesini Sezen Aksu’nun yaptığı “Aşk Öldüyse” ile açılıyor. Aynı zamanda ilk klip şarkısı olarak seçilen “Aşk Öldüyse” hareketli bir pop şarkısı olmasına karşın derin sözleriyle dikkat çekiyor. Şarkı Özkaynak’ın ses sınırları ve şarkıcılık mahareti konusunda dinleyiciye ilk ağızda açık ve net bir fikir verirken, albümde temposu en yüksek şarkı olması itibarıyla da çıkış için doğru bir koz gibi duruyor. Bununla birlikte albümdeki en etkili şarkı değil; hatta albümün müzikal akışı konusunda yanıltıcı bile olabilir.
İkinci sırada yer alan “Ben Senin…” albümün müzikal bütünlüğünde en eğreti duran şarkı. Olsa olsa ‘muzip Sezen Aksu şarkıları’ kategorisinde anlam verilebilir belki ama doğrusunu isterseniz Aykut Gürel’in nefis düzenlemesine rağmen, şarkının “ben senin, ben senin…” tekrarları sempatik ve eğlenceli olmaktan ziyade rahatsız edici geliyor kulağa. Zaten daha önce Yıldız Tilbe’nin “Ben Senin Var Ya…” ile başlattığı bu küfür çağrışımlı espriye son noktayı “Ben Senin Ananın…” adlı şarkıyla İsmail YK koydu. Bunun daha ötesine geçecek olur mu bilmem?
Albüm üçüncü şarkıdan sonra nefes almaya başlıyor. Söz ve müzikleri Kutlu Özmakinacı’ya ait “Affet” ve “Çek Hayattan Derin Bir Nefes”, ardı ardına gelen etkili ve güçlü şarkılar. Özkaynak’ın tam da bu müzikal iklimden ses verdiğinde dinleyiciyle doğru teması kurabileceğini/kurduğunu fark etmek için müzik eleştirmeni olmaya gerek yok. Özellikle “Çek Hayattan Derin Bir Nefes”de sözlerin taşıdığı felsefenin, Özkaynak’ın iç açıcı ve ferah sesiyle kulağa dokunuşu mükemmel. Hakikaten oracıkta televizyonu kapatıp sokağa çıkmaya, yanınızdakinin elini tutup, derin bir nefes almaya ikna olmanız çok mümkün.
Şarkının pop-“rock” sularında yüzen bu düzenlemesi, özellikle orta yerinde beklenmedik bir biçimde karşımıza çıkan ud solosuyla dinleyende vur-kaç etkisi yaratsa da, albümün sonunda karşımıza çıkan akustik versiyonu da es geçmemenizi öneririm. Fikret Kızılok’un “Zaman Zaman”ından izler taşıyan akustik düzenleme, orijinal düzenlemeden çok daha başka tatlar içeriyor. Ban kalsa albümü şarkının bu versiyonuyla duyurmayı tercih eder, en azından ikinci klibi buna çekerdim.
Albümde beşinci sırada karşımıza çıkan “Fesleğen” ise son zamanlarda kulağımıza çalınan en heyecan verici sıfır kilometre Sezen Aksu şarkılarından biri. Aksu bu aralar çiçek isimlerine takmış olsa gerek; Nükhet Duru albümündeki “Menekşe”den, Levent Yüksel albümündeki “Sardunya”dan sonra bu albümde “Fesleğen”le karşılaşmak ister istemez bunu düşündürdü bana. Çok derin, çok özel, aslına bakarsanız çok da kişisel bir şarkı “Fesleğen”. Belli ki Aksu’nun hayatından belki de kimsenin bilmediği bir hikâyeye, bir anıya, bir ana dair… Ama bir yandan da herkesin kısa ömründe kârdan saydığı bir hikâyeye, anıya, ana denk düşmesi çok muhtemel. Sezen Aksu da böyle bir şarkı yazarı işte.Bu arada Evrim Özkaynak’ın notalara ve kelimelere nasıl sağlam basarak, duygusunu bir an bile kaybetmeden ama tekniğini de hep gözeterek şarkı söylediğini bir tek bu şarkıyı dinleyerek bile keşfetmeniz mümkün; onu da söylemek lazım.
Söz ve müziği Sezen Aksu’ya ait bir başka şarkı olan “Yitirdim Yolumu” ve sözleri Evrim Özkaynak, bestesi Sezen Aksu imzası taşıyan “Eksik Hece”, ardı ardına su gibi akan iki iyi şarkı. Caz akorlarıyla yürüyen “Yürek Fora”nın söz ve müziği Evrim Özkaynak’a ait. Sadece iyi bir şarkıcı değil, iyi bir şarkı yazarı kazandığımızın da müjdesini veriyor bu şarkı.
Albümün dokuzuncu şarkısı “Burada Bu Gece”nin sözlerini Seden Kutlubay (Gürel) ve Evrim Özkaynak birlikte yazmış, şarkının bestesi ise Aykut Gürel ve Mustafa Nuri Haybat tarafından yapılmış. Batılı bir armoni yapısı taşıyan bu performans şarkısı, bu haliyle de etkili ama senfonik bir düzenlemeyle çok daha etkili olabilirmiş diye düşündüm dinlerken.
Albüm “Aşk Öldüyse”nin daha da hızlandırılmış ama ‘olmasa da olurmuş’ “remix” versiyonunun ardından “Çek Hayattan Derin Bir Nefes”in daha önce bahsi geçen akustik versiyonuyla kapanıyor. İyi bir pop albümü, ayakları yere basan şarkılar, doğru düzgün şarkı söyleyen bir şarkıcı dinlemenin keyfi kalıyor geriye. Birçok albümün uyandırmadığı arzuyu uyandırıyor en azından: Tekrar başa dönmek ve bir kez daha dinlemek. Eh bu zamanda bu da az şey değil.
Evrim Özkaynak’ın yazının başından beri övdüğüm şarkıcılık tekniğine dair küçük bir parantez açmakta da fayda var bu arada. Belli ki severek, coşkuyla, hatta kelimenin tam anlamıyla iştahla şarkı söylüyor Özkaynak (Sezen Aksu bunların yerine “yangın gibi” tabirini kullanıyormuş ki o da güzel geliyor kulağa.) Buna karşın bu coşku yer yer teatral olmaya, oradan da abartılı vurgular yapmaya götürebiliyor onu. Mesela “Çek Hayattan Derin Bir Nefes”in akustik versiyonunda açık bir biçimde hissediliyor bu. Canlı söylerken seyirciye de coşku olarak geçerek genellikle avantaja dönüşebilecek bu durum, albümde kulağa ters gelebiliyor. Çok severek dinliyor iken, zaman içerisinde teatralin gözünü çıkardığı için dinleyemez hale geldiğimiz Zuhal Olcay gibi bir örnek var iken önümüzde, bunu da bir dip not olarak düşmek ihtiyacı hissettim.
Bir şarkıcının ilk albümünde sesi, tavrı ve müzikal duruşu kadar yüzünü de dinleyicinin hafızasına düşürmek, ezberine aldırmak çabasında olması gerektiğini düşündüğümden, her ne kadar tablo zarafetinde bir görsel olsa da, kapak fotoğrafının bu olmaması gerektiğini düşündüm ilk bakışta. Bilmiyorum albüm hazırlanırken bu ihtimal düşünülmüş müydü ama benim gibi birçok dinleyici Evrim Özkaynak’ı Seden Gürel’e benzetmekten geri kalmadı. Ses tınısı değil belki ama tekniği, tarzı ve en önemlisi de fiziği cidden onu anımsatıyor ve Sebati Karakurt tarafından çekilen kapak fotoğrafı da ister istemez bu algıyı güçlendiriyor. (Albüm künyesinde Seden Gürel’in adı hem yapımcı olarak, hem de vokal olarak geçiyor bu arada; elbette Kutlubay soyadı ile.) Zeynel Abidin Ağgül imzalı kartonet fotoğraflarının ve Nilşah Ağaoğlu tarafından yapılan tasarımının ise (albüm adının zor okunabiliyor olması haricinde) yerli yerinde olduğu söylenebilir.
Özetle; tıpkı “Fesleğen” şarkısındaki yerini sevmiş fesleğenler gibi, Evrim Özkaynak’ın albümündeki şarkılarında da yerlerini sevdiklerini, birer ikişer boy verip yeşermelerinin an meselesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yıl henüz bitmedi ama, Evrim Özkaynak’ı bu albümüyle 2012’nin en iyi çıkış yapan isimleri arasına şimdiden koymakta bir beis yok. 2013’de ve dahi sonrasında, onun adını daha sık duyacağımız ise bu albümden çıkaracağımız mesaj olabilir pekâlâ.
Lise yıllarında şarkı yazmaya başlayan Ayşegül İnci, Eskişehir’de üniversite eğitimi aldığı yıllarda basgitar çalmayı da öğrenip, çeşitli gruplarla birlikte sahne deneyimi yaşamış. Bir dönem Teoman’ın orkestrasında da basgitar çalan ve vokal yapan Ayşegül İnci’nin Arpej Müzik etiketiyle yayımlanan ilk albümü “Zamanı Tamir Eden Adam” geçtiğimiz günlerde piyasaya çıktı.
2011’in Aralık ayında piyasaya çıktığı için aslında 2012 yılı albümleri arasında saymamız gereken “Aşka Dair” adlı yeni Alpay albümü de yazmadıklarım arasındaydı. Türk popunun ilk büyük yıldızlarından biri olan Alpay yıllardır hiç ara vermeksizin albüm yapmaya ve şarkı söylemeye devam ediyor. Pasaj Müzik etiketiyle yayımlanan “Aşka Dair” ise elli yıllık bir zaman diliminde pek çok müzik akımının, türün ve tarzın içinden geçmiş Alpay kıdeminde bir müzisyenin geride bıraktığı yıllara rağmen nasıl dimdik ayakta durabileceğinin, hâlâ nasıl kendini dinletebileceğinin benzersiz bir örneği, dersi gibiydi.
Her yıl bittiğinde ‘geride kalan yılda ne yaptım, ne yapamadım’ diye oturup bir muhasebe eder ya insan… Benimki de o hesap. Şöyle bir baktım… Yıl içerisinde yayımlanan bir sürü albüm hakkında yazı yazmışım ama bazılarını da her nedense atlamış, görmezden gelmişim. Bazı albümler için açıklanabilir ve anlaşılabilir yazmama gerekçelerim var ama bir kısmı için samimiyetle söylemek gerekirse, “canım istemedi’den öte bir gerekçem de yok. Çalışma masamın bir köşesinde giderek yükselen ‘yazılmamış albümler tepesi’ni biraz alçaltmak gayesiyle eşeleyince bugün, içlerinden bazılarını haklarında bir iki cümle düzmeden rafa kaldırmak gelmedi içimden. Budur bu yazının gayesi.
Müziği plaklardan, kasetlerden dinlediğimiz, plak ve bant stüdyolarında karışık kasetler doldurttuğumuz günler …
Kovalı kömür sobalarının üzerinde hoş koku versin diye mandalina kabukları kuruttuğumuz, kestane pişirdiğimiz, mısır patlattığımız günler …
Renkli televizyonumuz yok diye, renkli yayın olduğu geceler komşuya televizyon izlemeye gittiğimiz, Dallas’la, Beyaz Gölge’yle, Savaş Yıldızı Galaktika’yla ekran başına çivilendiğimiz günler …
Kaset çalan kocaman “walkman”lerimiz kulağımızda, sokakta yürürken kendimizi çok havalı zannettiğimiz günler…
Yazlık sinemaların tahta sandalyelerinde çekirdek çitleyerek iki film birden seyrettiğimiz, Kemal Sunal’a, Adile Naşit’e güldüğümüz, Türkan Şoray’a, Hülya Koçyiğit’e ağladığımız günler…
Yılbaşı geceleri ailece tombala oynadığımız, kandillerde konu komşuya lokma ikram ettiğimiz, salçayı, turşuyu, tarhanayı evde hazırladığımız günler…
Kısaca seksenler…
O günler çoktan mazi oldu. Seksenlerden geriye artık bir tek şarkılar kaldı… Bu albümde işte o şarkılar var. Bugün artık sadece televizyon dizilerinde kulağımıza çalınan, her duyduğumuzda bize o günleri yeniden yaşatan şarkılar. Aşkın da heyecanın da, mutluluğun da hüznün de, dostluğun da küslüğün de kalpten, içten ve samimi yaşandığı günleri kalpten, içten ve samimi şarkıları… Buyurun seksenlere!
Banu Zorlu’nun tam olarak kaç albümü var? Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan yeni mini albümünün basın bültenine bakarsanız bu onun dördüncü albümü. Şarkıcının resmi internet sitesinde ise ‘popüler anlamda’ ilk albümünü 2004’te Dubai’de piyasaya çıkardığı yazıyor.
Oysa hafıza unutsa bile arşiv yalan söylemiyor. Biz onu 1996 yılında yayımlanan “Vay Başımıza Gelen” albümüyle tanıdık. Büyük iddialarla piyasaya sürülen ama yeterince dikkat çekmeyen bu albümden sonra 1999’da “Uğur Böceği” adlı ikinci albümü yayımlandı. O da beklenen ivmeyi yakalamayınca adını Nanu olarak değiştirip, yeni bir şarkıcıymışçasına tekrar çıktı karşımıza. Sonra “Bom Şiki” diye bir şarkıyla Dubai başta olmak üzere birçok Arap ülkesinde her nasılsa çok popüler olduğu haberlerini okuduk. Belki de biz onun kıymetini yeterince bilememiştik. Oysa Banu Zorlu Ajda Pekkan’ın tahtına adaydı. Hem güzel, hem yetenekli, hem de ziyadesiyle eğitimliydi.
2004’te “Aşk” adında bir mini albüm çıkardı. O da pek yerini bulmayınca 2006’da yayımladığı “Gizli Aşk” adlı yeni mini albümünü yine bu Ajda Pekkan hikâyesi üzerinden lanse etmeye çalıştı. Ajda Pekkan’ın “Cool Kadın” albümünden son anda çıkarılan Nazan Öncel bestesi “Gönül Çiçekleri”, Banu Zorlu’ya nasip olmuştu. Olmuştu olmasına ama nedense yine ve hâlâ olmamıştı.
Yukarıdaki paragraflarda geçen albümleri saymayı ve bu yeni albümün Zorlu’nun kaçıncı albümü olduğunu bulmayı size bırakıyorum. Başarısız bile olsa bir insan kariyerindeki kilometre taşlarını gizlemeyi, yok saymayı, unutturmayı neden ister, onun yorumunu da siz yapın. Babasının yönetmen olmasından hareketle rol aldığı (rol yaptığı demiyorum dikkat edin) film ve dizileri ise tamamen es geçiyorum zira bu yazının konusu Banu Zorlu’nun yeni mini albümü “Ansızın”.
Dört şarkılık bu yeni mini albümün tanıtımı için geçtiğimiz günlerde bir kokteyl düzenlendi ve o kokteylde Banu Zorlu hem bir süredir dargın olduğu Faik Beyle (Safiye Soyman’ın Faik’inden bahsediyorum; ne ilgisi var diye sormayın, ben de bilmiyorum) barıştı, hem de Mehtap Ar tarafından bir hediyeyle taltif edildi. Çünkü Banu Zorlu yeni albümünde Aysel Gürel’in sözlerini yazdığı “Değer mi Hiç?”i yeniden söylemişti ve Mehtap Ar onun yorumundan çok etkilenmişti. Mehtap Ar’ın bir işitme problemi var mı onu bilmiyorum ama annesinin el yazısı bir şarkı sözünü çerçeveletip armağan edeceği son şarkıcı Banu Zorlu olmalıydı diye geçirdim içimden. Bunun Sezen’i var, Zerrin’i var, Nilüfer’i var, Nükhet’i var… Hangi birini sayayım?
Ha bir de denilen o ki şarkının bu versiyonu aslında önümüzdeki sene piyasaya çıkacak Aysel Gürel’e saygı albümü için yapılmış da sonra birdenbire Banu Zorlu’nun albümüne girmiş. Söz konusu albümde kimler var şimdi saymam belki uygun olmaz ama inanın bana Banu Zorlu’nun o isimler arasında yer almasının imkân ve ihtimali yok, o kadarını söylemekle yetineyim. Peki nedir Mehtap Ar’ı bu kadar duygulandıran ve albüm tanıtımına annesini malzeme edecek kadar baş koyduran? Sebebi maddi de olabilir manevi de bilemeyiz, zaten konumuz bu da değil.
Albümdeki dört şarkının ikisi önceki Banu Zorlu albümlerinden alınmış ve aynen kullanılmış. Sözü, müziği ve düzenlemesi Özgür Yedievli’ye ait olan ve iki binli yıllar Demet Akalın şarkılarından biri gibi tınlayan “Ayıp Etmişsin”, 2004 çıkışlı “Aşk” albümünde yer alıyordu. Söz ve müziği Banu Zorlu’ya ait olan ve yine Özgür Yedievli tarafından düzenlenen “Gizli Aşk” ise 2006 çıkışlı albüme adını veren şarkıydı. “Vallahi-billahi” kafiyesiyle alabildiğine sıra işi bu şarkıda da belirgin bir Gülben Ergen tınısı duyabilmek mümkün.
Albümün tek yeni şarkısı “Yalancısın”ın söz ve müziği de Banu Zorlu imzası taşıyor. Düzenleme ise Tansel Doğanay tarafından yapılmış. “Yalancısın” ortalamanın çok altında bir pop şarkısı.
Geriye kala kala bir tek “Değer mi Hiç?” kalıyor ki, onu da bu elektronik dans müziği düzenlemesi ve Zorlu’nun renksiz yorumuyla sevip sevmemek tamamen tercih meselesi. Peki bu albüm neden yapıldı?.. Kartonetteki künyede müzisyenlerden çok fotoğraf, “styling”, saç, makyaj, kostüm, takı gibi görsel tasarım ekibinin adları vurgulandığına göre Banu Zorlu’nun ne kadar güzel bir kadın olduğunun ispatı için yapıldığını düşünebilirsiniz. Tabii kapak fotoğraflarında neresinden baksanız birebir Christina Aguilera’ya benzetilmiş ve kendi olmaktan çıkmış o kadının Banu Zorlu olduğuna inanmak isterseniz.
TUĞBA ÖZERK – “KOLAY DEĞİL”
Tuğba Özerk de çok sayıda deneme yapmasına rağmen pop müzik piyasasında bir türlü ‘yırtamayan’lardan. Nazan Öncel ve Şehrazat gibi önemli isimlerden şarkı almasına, Sezen Aksu’dan “cover” yapmasına rağmen adını bir türlü birinci lige yazdıramadı, hep bir şeyler eksik kaldı.
Bir süre önce sadece dijital ortamda yayımlanan bir tekliyle bu defa Sezen Aksu’nun “Git” albümünün el değmemiş şarkılarından biri olan “Kolay Değil”i yeniden seslendirdi Tuğba Özerk. Geçtiğimiz günlerde ise yine dijital ortamda şarkının farklı bir versiyonu dinleyicinin beğenisine sunuldu.
“Kolay Değil” bugüne dek Özerk’in yaptığı işler arasında en eli yüzü düzgün olanı gibi duruyordu aslına bakarsanız. Hemen her şarkıda kulağa çarpan, neredeyse Özerk’in alâmeti farikası haline gelen prozodi hataları yoktu bu defa. Daha sade, daha doğru söylemişti şarkıyı. Erhan Bayrak imzalı düzenleme de şarkıyı seksenlerin ruhundan çıkarıp bugüne taşımış gibiydi.
Buna karşın Sezen Aksu ve Onno Tunç ortaklığının şahikalarından olmasa da bu şarkı, o ikilinin elinden/dilinden/kalbinden çıkan her şarkı gibi kendi dokunulmazlık zırhını taşıyordu. Yani yeniden söylenmesi neresinden baksanız riskti. Adamı rezil de edebilirdi vezir de. Neyse ki Tuğba Özerk’i rezil etmedi ama vezir de ettiği/edeceği söylenemezdi. “Slow samba” diye adlandırılan ve yine Erhan Bayrak tarafından yapılan ve internete ve radyolara servis edilen yeni versiyon ise bir parça zorlama duruyor. Bir kere şarkının çok sözlü yapısı bu ritme oturmuyor. Üstelik Özerk şarkıyı hızlı versiyonun telaşında söylüyor (muhtemelen tekrar söylemediği ve aynı vokal kaydı kullanıldığı için.) Hal böyle olunca caz tınıları da taşıyan bu güzel düzenleme havada kalıyor.
Eğer çok denemiş ve hep yanılmışsanız ve de yanıldığınızın farkındaysanız (değilseniz zaten yapacak bir şey yok), demek ki başka bir şey denemelisiniz. Mesela ben Tuğba Özerk’in yerinde olsam öncelikle başka bir ses aralığından şarkı söylemeyi dener, sonra başka türlü şarkılar bulmanın peşinde koşardım. Bir yandan da imajımı şaşırtıcı bir biçimde değiştirmeyi düşünürdüm. Saçlarımı kısacık kestirirdim mesela ya da her klipte izleyicilerin gözüne soktuğum seksi kadın imajından vazgeçer, daha doğal bir görünümü tercih ederdim. En azından bir klip de daha havuza girmezdim artık.
Bu son paragrafı kelimesi kelimesine (havuz kısmı hariç) Banu Zorlu için de okuyabilirsiniz.
Çok değil, bundan bir beş yıl kadar önce “gideri var” dendiğinde akla gelen ya tuvalet, ya lavabo, hadi bilemediniz balkon filan olurdu en fazla. Ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum ama aynı tabir zaman içerisinde önce erkek argosunun bel altı niteleme sıfatlarından birine dönüştü, oradan da “uyar/ satar/ iş yapar/tutar”a evrildi. Yani nicedir lisanımızda “gideri var” ya da “giderli” tabirlerini kullanmak ayıp/kaba/çirkin bir mana ifade etmiyor. Bereket ki öyle. Yoksa büyük şehrin büyük büyük ilan panolarında, müzik maket vitrinlerinde, internette âlemindeki dijital platformlarda çarşaf çarşaf duyurulan bu yeni albümün adını yadırgayabilir, “Yok artık!” diye şaşırabilirdik; söz konusu albümün sahibi, başından beri “harbi kız” diye bildiğimiz, bundandır ki argosundan, jargonundan (“Senin Anan Güzel mi?”yi hatırlayın)sual etmediğimiz Demet Akalın bile olsa.
(Milliyet Sanat dergisi Aralık 2012 sayısında yayımlanmıştır.) Takvimler 1993 yılını gösteriyordu. İzel-Çelik-Ercan’ın mayoz bölünmesinden Kızılderili Çelik ve “haydi şimdi bütün eller havaya” İzel-Ercan ikilisi doğmuştu. Kenan Doğulu göbek hizasının üzerine kadar çektiği pantolonuyla, saçlarını savura savura ‘gözü kara deli’ olduğunu tekrar ederken, Hakan Peker kıvrak dansı eşliğinde “amma velakin, cümbür cemaatin” kafiyesini dilimize kazandırma, Haluk Levent elinde gitarı, “Yollarda Bulurum Seni”yle bağır çağır, ‘70’ler Anadolu popunun ruhuna rahmet okutma gayretindeydi.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.