Türkçe “rock” müziğin kısa ömürlü ama etkili gruplarından
biri olmuş Kreş’in solisti olarak tanıdık Serkan Ferat’ı. Ferat, 2015 yılından
bu yana solo çalışmalar yapıyor. Şarkılar kaydediyor, tekliler çıkarıyor, “loop
cover”lar yapıyor, sahneye çıkıyor(du).
Bir süre önce Almanya’ya yerleşen Serkan Ferat, orada da boş
durmuyor, üretmeye devam ediyor. Kendine ait bir dili ve tavrı olan, iyi
şarkılar yazıyor, kendi imkânlarıyla kaydedip yayımlıyor. Adeta tek kişilik bir
grup gibi.
2020 yılında “Çıkmamış Bir Albüm’ün Demo’su” adlı albümünü
ve Melisa Uzunarslan’la birlikte “Öyle Ya da Böyle / Yarım Kalan Şarap
(Akustik)” teklisini yayımlayan Serkan Ferat’ın yeni teklisi geçtiğimiz
günlerde dijital raflara çıktı. “Bugün Fark Ettim”, söz, müzik ve düzenlemesi
Serkan Ferat’a ait bir şarkı.
2021 usulü bir “elektronik-rock” örneği “Bugün Fark Ettim”.
Serkan zaten bu ses ve şarkı söyleme biçimiyle ninni bile söylese “rock’n roll”
olur, o ayrı. Bence memleketin en iyi ‘rock’ solistlerinden biri. Onun
ötesinde, zaman zaman hepimizin içine düştüğü o sarmalı, sorgulamayı, sonra
farkına varmayı, çok sade, çok açık ve net sözler ama bir o kadar kaotik bir
müzikal yapıyla şarkıya sığdırırken, insanı şöyle bir silkeliyor Serkan. Şarkı
ilerledikçe elektronik sesler giderek artıyor ve sonunda sözü teslim alıyor.
“Bugün Fark Ettim” bende bir “senfonik-rock” albümünün bir
parçasıymış duygusunu uyandırdı. Hikâyenin başı ya da sonu, belki de ortası
bilemem ama öyle bir bütünden kopup gelmiş gibi. Her ne kadar Serkan Ferat
parçayı sosyal medya hesabından servis ederken “Her zaman bu yoğunlukta bir
şarkı yazamam,” notunu düşmüşse olsa da…
Hemen her popçu gibi Derya Uluğ da bir sendelemişti. Bir
süre önce birileri çıkıp “pop bitti, artık yeni pop rap ve trap” dedi. Her
dönem ne moda olduysa ona “abi çok iyi yeaa” diyenler buna başparmak havaya
emojisi attı ve hep beraber “geçici” bir dönem yaşadık. Adı üstünde “geçici”ydi.
Zamanla taşlar yerine oturacak, neyin ne olduğu anlaşılacaktı.
Bu ülke insanının damarlarında akan kanı ne ‘30’larda
radyoda alaturka müziğin yasaklanması, ne ’70 ve ‘80’lerde radyo ve
televizyonda arabesk müziğin yasaklanması, ne 2000’lerde “rock” müziğin önlemez
yükselişi durdurabilmişti. Bu ülke insanının damarlarında akan kanı kalbine
pompalayan makam müziğiydi çünkü. Bu ülkede ne orta çağ Avrupa’sının saray
müziği ne Arjantin tangosu ne siyahi cazı ne İngiliz “indie”si ne de Amerikan “rap”i
ayrı ev açabilirdi. Bir nağme, bir âşık söz, bir aksak ritim, bir çeyrek ses
gelir hepsini yerle bir ederdi. Hep etmişti, etmeye de devam edecekti.
Evet, bir dönem radyolar ve müzik televizyonlarının zoraki
standart haline getirdiği 130 BPM devrini doldurmuş, popun ‘90’lardan bu yana
süregelen gelenekleri demode olmuş, yeni kuşak hepsini elinin tersiyle itmişti.
Evet, dünyadaki plak kartellerinin yerini alan dijital müzik devleri “maliyeti ucuz
ürün” dayatıyordu ve bunda başarılı da olmuşlar, bestenin yerine “beat”i,
güftenin yerine küfür kıyameti yutturmayı başarmışlardı. Türkiye de bundan
payını alacaktı elbette. Elbette geçici bir süreliğine.
Derya Uluğ da sendeledi ve artık en iyi bildiği formülün işe
yaramadığını düşündü ki, tam da popta kendine bir alan açmışken “trap” bir
şarkı yaptı (BKNZ: 2019 yılında yayımlanan “Göremedim Bi’ de Sen Bak” adlı
şarkı.) Sadece o değil, onun kulvarındaki çok kişi benzer şeyler denedi ama elbette
kabul görmedi. O alanın (tırnak içinde) starları başkaydı çünkü. Oysa biraz
zaman geçince, sapla saman ayrılınca, bu ülke insanının damarlarında akan kan
şüphe götürmez bir biçimde, bir kez daha galip gelecekti. Geldi de nitekim. Bakın,
yeni formülü bulanlar kâra geçmeye başladı bile.
Bu yeni dönem popunun lokomotifi şimdilik iki besteci gibi
görünüyor: Ersay Üner ve Emrah Karakuyu. Başka bir dolu isim de var tabii ama
bu iki isim son bir yılda yaptıkları şarkılarla eskinin geleneğini yeni döneme
adapte etmeyi gayet güzel başardılar. Misal son ayların iş yapmış üç parçasında
da Emrah Karakuyu imzası var: Ziynet Sali’nin “Efkârım Var”ı, Edis’in “Martılar”ı
ve Derya Uluğ’un “Kanunlar Gibi”si.
Emrah Karakuyu’nun hem eski nesil hem de yeni nesil popu iyi
analiz ettiği zaten çok belli ama parçanın düzenlemesi de bir o kadar doğru yakalamış
meseleyi. Ozan Bayraşa zaten poptaki değişimi çok önceden yakalayabilmiş birkaç
isimden biriydi. Asil Gök’le ortak imza attıkları düzenleme hem şarkıyı hem de Derya
Uluğ’u parlatıyor.
Derya Uluğ’un su gibi berrak, akışkan, tertemiz bir ses var.
Nitekim kendi YouTube kanalına yaptığı “cover”lar da zevkle dinleniyor. Mutlaka
biliyordur ama ben yine de her zaman her şarkıyı çıkabileceği en üst perdeden
söylemek zorunda olmadığını küçük bir tavsiye olarak buraya bırakayım. Bu
anlamda “Kanunlar Gibi”deki Derya çok daha “soft” geliyor kulağa.
Bu arada geçtiğimiz günlerde şarkının Metehan Köseoğlu
tarafından yapılmış akustik versiyonu da servis edildi. Bu versiyona orijinal
versiyonun klibiyle bağlantılı ama bağımsız bir klip yapılmış olması da hoş ki
orijinal versiyonun Aytekin Yalçın tarafından çekilen klibi de çok göz alıcı
bence.
Demek ki neymiş? Buradan devam edilebilirmiş. İlla “rap”e, “trap”e
yanlamaya gerek yokmuş. Pop akar, yolunu bulurmuş.
“Daha iyisini üretebilmek için elbette ki paraya ve imkana
ihtiyacım var. Orası kesin. Ama çok daha önemli bir şey var; küsmemem, bir
sebep bulmam gerekiyor. Bu illaki ‘beğeni’ olmak zorunda değil. ‘Nesi yanlış?..’
Bu bile işe yarar.”
Demirhan Baylan geçenlerde böyle yazdı Twitter’a. Üzerinde
uzun uzun düşündüm. Her iki cepheyi de biliyorum. Yazan da oldum, yaptığı iş
hakkında yazılmayı bekleyen de. Bazen ürettiği üzerine kurulmuş bir tek cümle
bile motivasyon sağlayabiliyor üretene. Ya da motivasyonunu alıp dipsiz,
karanlık bir çukura fırlatabiliyor. Bazen üretenin niyetinden bağımsız, çok
daha büyük cümleler kurulabiliyor üretilen hakkında. Ya da küçük, yıkıcı
cümleler… İki cephe için de bıçak sırtında bir denge.
Demirhan Baylan, daha ülkede “bağımsız müzik” tabiri moda
olmamışken bağımsız olabilmiş, hatta işin komiğini çıkarmak gerekirse, bağımsız
müzisyenliği Türkiye’ye getirmiş isimlerden biri. Haliyle de hep özgür ve
yalnızdı. Bundandır ki zincirlere sığmayıp taşabilecek bir özgüvene sahip
olması gereken konumda ve kıdemdeyken bile çekingen hâlâ.
Şimdilerde kimsenin yeni bir şey deneyesi yok. Sanatın çıkış
noktası “fikir”, bu yeni dönemde en çok müzikten elini eteğini çekti. Yeni
nesil müzisyenlerin sırtını yasladığı standartlar, içinde rahat ettikleri
konfor alanları neredeyse madde madde aynı ve eşit yüzölçümde. Demirhan
Baylan’sa başından beri müzik üzerine kafa yoran, müziğini fikriyle
şekillendiren, yanılsa da deneyen, deşen, kazıyan bir müzisyen. Yeni şarkısı
“Yaratan” da ancak bunu iyi bilenlerin tadına varabilecekleri bir şarkı. Çünkü
alışılageldik, bildik bir yerden yakalamıyor kulağı.
Son derece sakin, (moda deyimiyle) “akustik” başlıyor
“Yaratan”. Sonra ‘70’ler Anadolu-popunun tam ortasından geçiyor. Derken
sertleşiyor, hatta küstahlaşıyor. Öfkesi tepeden aşağı iniveriyor sonra,
duruluyor, sakinleşip nihayete eriyor. Aynı şarkının üç farklı versiyonunu
dinlemiş gibi oluyoruz 5 dakika 50 saniye içinde. İncelikli müzikal (ama
müzisyen olmayanın, enstrüman çalmayanın öyle ha deyince keşfedemeyeceği) “numaralar”sa işin
tuzu biberi oluyor. (O numaralara da yine Demirhan’ın Twitter’da yazdıklarını
okuyup kulak kabarttım, ayıptır söylemesi. Malum, “kimsenin zamanı yok durup
ince şeyleri anlamaya.”)
Peki “Nesi yanlış?” Nesi yanlış olacak? Akılda kalıcı değil
bir kere, nakaratı yok gibi bir şey. “Sabah kalktım yataktan pijamamı çıkardım,
dişimi fırçaladım, seni özledim”, filan gibi “samimi ve doğal” sözleri yok;
alegori, metafor filan var ki demode. Bir de türü tam net değil kardeşim. Hangi
listeye koyacağız bunu, “Üçüncü Yeniler”e mi yoksa “Bağımsız Sahne”ye mi?
Müzisyenin yaşı da biraz geçkince… Bilemedim.
Şu meymenetsiz, uğursuz, hatta “südüklü” 2020’ye ocak ayında
Birkan Nasuhoğlu ile birlikte kaydettiği “Gülmedi Kader” ile başlamıştı Gökhan
Türkmen. Sonra şubat ayında “Kâğıt” ve Fransızca versiyonu “Bout D’Histoire”
ile devam etti. Nisan’da “Aşk”, temmuzda “Yüzüme Vurma” yayımlandı. İşte bu dört şarkı, bir de 2019 Ekim’inde
yayımlanan “Aşkın Enkazı” ve hemen peşi sıra gelen “Sır” adlı şarkılar,
“Romantik” albümünde bir araya getirilmiş.
Bir
gece önce ekranda Modern Folk Üçlüsü ile birlikte “Dönme Dolap”ı seslendiren
Zerrin Özer, 29 Aralık Pazartesi günü Ankara’da düzenlediği basın toplantısında
yarışmadan çekildiğini açıklıyordu.
“Ankara havası” diye bir gerçeği var bu memleketin. Ne eller
havaya pop, ne cayır cayır “rock”, ne hıdı hıdı dıdı dıdı “rap” ve vals, tango,
köçekçe, oryantal, şu, bu… Hayatının bir kısmı eğlenme maksadıyla bir araya
gelmiş insan topluluklarının içinde geçmiş biri olarak bizzat şahidim ki en
elit, en nezih partilerin, düğünlerin, organizasyonların en burnundan kıl aldırmayan
davetlileri bile gecenin sonunda bir Ankara havasına teslim olur, olmuştur; bu
hiç sekmez.
“Ankara havası” denince akla bin yıldır “Misket”, “Fidayda”
filan gelirdi ama sonra Ankaralı şarkıcılar modası başladı ve “Bas Bas Paraları
Leyla’ya” gibi, “Arabada Beş Evde On Beş” gibi sonradan yapılma ya da tornistan
şarkılar eklendi literatüre. Ne var ki 2010’lu yıllarda türün klasiklerine iki
yeni eser eklendi ki onlar en az “Misket” ve “Fidayda” kadar yaygınlaştı ve
hatta denilebilir ki kalıcı oldu. Evet, “Ankara’nın Bağları” ve “Erik Dalı”ndan
bahsediyorum.
“Erik Dalı” başka bir yazının konusu; şimdi konumuz
“Ankara’nın Bağları”. Hani her düğün dernekte şakkıdı şukkudu bize göbek
attıran o meşum türkü. 2010’lu yılların başında Ankaralı Coşkun’un sesinden
meşhur oldu ve hemen her sahne repertuarına girdi. Gelin görün ki aslında böyle
bir türkü yoktu. Yani vardı da aslı böyle değildi. Orta Anadolu abdal geleneğinin
son temsilcilerinden Seyit Çevik’in zamanında Kırşehir’in Keskin yöresinden
derlediği türkü, “İp Attım Ucu Kaldı” diye biliniyordu. Babası da bir saz
sanatçısı olan Seyit Çevik, kendisine Hacı Taşan tarafından hediye edilen
kemanla müziğe başlamıştı ve bu türküyü de kemanıyla pek güzel çalar, içli içli
de söylerdi. Zaten sözlerine bakıldığında da acıklı, hüzünlü bir türküydü.
Peki ne oldu da bu türkü bir oyun havasına, “Ankara
havası”na dönüştü?
İşte o da tamamen bu Ankaralı şarkıcı modasının bir sonucu.
Coşkun Direk, nam-ı diğer Ankaralı Coşkun, türküye aslında var olmayan bir
nakarat yazdı. Herkesin malumu o nakarat, Ankara’nın bağlarından, büklüm büklüm
yollarından bahsediyor ve sarhoşluktan kollarını kaldıramayanları dahi piste
çıkmaya teşvik ediyordu. Başardı da nitekim. Artık yeni bir oyun havamız
olmuştu.
Bu iyi bir şey midir, kötü bir şey midir, tartışmaya çok
açık. Anonim ve otantik türkülerin, ağızdan ağıza hatta bazen yöreden yöreye
değiştiği vakidir ama bu tam olarak öyle bir şey değil. Bir nevi deforme etmek
belki. Ne çare artık bir nesil bu türküyü böyle biliyor, böyle ezbere aldı.
Halk müziğinin günümüzden iki ustası İsmail Altunsaray ve
İsmail Tunçbilek de buradan yola çıkarak olsa gerek, türküyü orijinal haliyle,
“İp Attım” adıyla yeniden seslendirmişler. Kalan Müzik etiketiyle geçtiğimiz
günlerde yayımlanan tekli, türküyü İsmail Tunçbilek’in düzenlemesiyle otantik
haliyle ama modernize edilmiş bir biçimde dinleyici karşısına çıkarıyor.
Halk müziği tek sesli mi kalmalıdır, çok sesliliğe adapte mi
edilmelidir tartışmasına girersek, ‘80’li yıllara geri dönmemiz gerekir. Halk
müziği her şeye rağmen, gelip geçen bütün modalara, akımlara rağmen ayakta
kalabilmiş, kemik dinleyicisini hiç kaybetmemiş bir tür. Göze görünmese de çok
dinlendiği, farklı müzik türlerinin içinden de sık sık geçtiği bilinen bir
gerçek. Bu anlamda gerek İsmail Tunçbilek’in gerekse İsmail Altunsaray’ın ayrı
ayrı ve birlikte yaptıkları işlerin halk müziğinin diri tutulmasında ve geniş
zamanlı kalmasında önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu tür düzenlemeler otantiği bozuyor mu bozmuyor mu kısmı
akademik düzeyde tartışma gerektirir belki ama genç kulaklar için, (misal
alttaki ritim yürüyüşünün) bir yakalayıcı etkisi var bence ve bunu da hafife
almamak gerekir. Orijinal, tek sesli haliyle çalınsa suratları ekşiyecek
insanlarla dolu partilerde “dj” marifetiyle şekil değiştirmiş türkülere nasıl
ayılıp bayıldıklarını çok gördüm zira.
Tam 13 yıl önce, ergenliğin ilk yılları, dostum Barış Ercan
bana gitara başlayacağını ve bir gitar kursuna yazılacağını söyledi. Benim
böyle bir eğilimim ya da isteğim yoktu, ama ona eşlik etmek istedim, sonra
tavuk döner yeriz falan.
Bir kursa girdik, içeride fotoğrafta yanımda gördüğünüz Serkan
Hoca var. Barış yazıldı, Serkan Abi bana yazılıp yazılmak istemeyeceğimi sordu.
"Abi benim gitarla, ‘rock’ müzikle falan çok alakam yok ya…" dedim. Israr
etti, ben de liseye yeni başlamışım, korkunç bir öğrenciyim ve akademik olarak
çok şey vaat etmiyorum (ama çoğunuza olduğu gibi vaat ettiğime inandırılmıştım.)
"Tamam hocam ya, ben de bir ay deniyim bari,"
dedim.
O bir ay hala bitmedi.
O sabah uyandığımda gitara başlayacağımı bilmiyordum. Yine o
gün oraya gitmesem, mesela hikâyeye direkt tavuk dönerciden başlasak, şimdi bu
yazıyı yazacağımı düşünmüyorum.
Serkan Abi o gün beni ikna ederek ve bana ilk gitarımı
vererek hikayemin başlamasına sebep oldu. Hikâyemi yazmak için ilk kalemimi
elime tutuşturmuş gibi düşünün.”
Instagram paylaşımlarından haber çıkaran magazin sayfalarına
özenmek gibi olmasın Batu Akdeniz’in geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesaplarından
paylaştığı bu yazı ve fotoğrafı alıntılamak istedim. Malum, ‘90’lardan bu yana
her Türk gencinin varlığının yegâne temeli şarkıcı olmak. Önceleri bu konuda
yeteneği olmayanların hevesini tanınmak, hayran kazanmak niyetine bağlardım ama
öyle değilmiş, artık anlıyorum. Çünkü tanınmış ve hayran kazanmışlar da bir gün
geliyor, şarkıcı oluyor. Sadece şarkıcı da olmuyor üstüne üstlük; illaki şarkı da
yazıyor, “söz yazarı” ve “besteci” de oluyor.
Öte yandan gerçek yetenek, kendi kendine yolunu bulabiliyor.
Batu gibi hiç zorlamasanız, aklınızdan geçirmeseniz bile…
Evet, Batu Akdeniz gerçek bir yetenek. Gerek grubu Heavy Sky’la
yaptığı albüm, gerekse solo işlerine baktığınızda, onun Türkiye’de ‘rock’ müzik
için ne denli önemli bir kazanç olduğu çok açık gözüküyor.
Hayırlısıyla sonuna geldiğimiz 2020 yılında sırasıyla “Eksik”,
“Yarın Yokmuş Gibi”, aynı şarkının akustik versiyonu ve “Vurdum Kendimi Yola”
adlı şarkıları yayımladı Batu Akdeniz. Geçtiğimiz günlerde ise yeni teklisi “Bir
Sebebi Var”, Garaj etiketiyle dijital platformlarda yerini aldı.
Söz ve müziği Batu Akdeniz’e ait şarkının düzenlemesini
Bulut Gör yapmış. Batu’nun müziğinin harcında klasik ve melodik “rock” müzik var.
Buna karşın günün “sound” anlayışını yakalayarak hem çok olgun hem de genç
şarkılar yaratabiliyor. “Bir Sebebi Var” tam da böyle bir şarkı.
Tertemiz bir “sound”, ilk saniyelerinden itibaren eşlik etme
hissi uyandıran bir ritim yürüyüşü, giderek agresifleşen gitarlar, güçlü bir
vokal. Bu vokal kısmı bir tık önemli çünkü ülkede Thom Yorke ekolü ile Kaan
Tangöze ekolü arasına sıkışmış o kadar çok genç ‘rock’ solisti var ki, Batu’yu ayrı
bir yere koymak lazım.
Şortları ve beyaz çorapları ve şapkalarıyla iki genç adam
Yoğurtçu Parkı’nın basketbol sahasında çalarmış ve söylermiş gibi yapıyorlar.
Klibin özü bu. Her ikisi de kamera karşısında olmaktan son derece rahatsız, o
çok belli. Salman arada bir dans etmeye yelteniyor ama pek de beceremiyor
sanki. Bilge Kağan’sa kameraya bakmak bile istemiyor.
Bu son derece “kitsch” ama izlemesi de bir o kadar eğlenceli
klip Salman Tin ve Bile Kağan Etil’den kurulu KÖFN’ün “Geri Dön” adlı parçasına
ait. Parça, ikilinin geçtiğimiz eylül ayında Dokuz Sekiz Müzik etiketiyle piyasaya
çıkan dört şarkılık kısaçaları “Dans”da yer alıyor.
“Dans” kendi klasmanında, 2020 yıl içinde yapılmış en iyi iş
olabilir. Başta yukarıda bahsi geçen şarkı olmak üzere dört şarkının dördü de
çok iyi, sıkı dans parçaları. Salman Tin tarafından yazılan ve Bilge Kağan Etil
tarafından düzenlenen çok basit, çok sade, neredeyse minimal bir şekilde
çalınmış, söylenmiş. “Sound”un profesyonel bir stüdyodan çıkmadığını da fark
ediyorsunuz dinlerken ama bu sizi rahatsız etmiyor. Çünkü iç gıcıklayıcı
melodileri, akılda kalıcı nakaratları ve dile takılan sözleriyle şarkıların çok
“catchy” ama bir yandan da çok “cool” havasına anında kapılıyorsunuz. En çok da
bu yüzden “Geri Dön”ün ve “kitsch”likte ondan aşağı kalmayan “El”in klibi
bütünü tamamlıyor zaten.
Söz ve müziğin çok ama çok iyi örtüştüğü “El”, daha ilk
dinleyişte eşlik etme ihtiyacı uyandıran “Geri Dön”, hipnotik etkisiyle “El” ve
yüksek temposuyla “Tenine Alıştım Ben” insanın kanını kaynatan, iç açıcı ve aydınlık
şarkılar. KÖFN’ün “Dans” çağrısına kayıtsız kalmak mümkün değil.
Salman Tin ve Bilge Kağan Etil’in müzikal ortaklığı, ev
arkadaşlığı ile başlamış. Biri kendi şarkılarını yazan, biri aranjörlük yapan iki
müzisyenin bu tesadüfi tanışıklığı, hem şarkılarını daha önce Soundcloud
üzerinden paylaşan Salman Tin’in profesyonel anlamda şarkı yayımlamaya başlamasına
neden olmuş hem de KÖFN’ü yaratmış.
2018’de “Bul Beni” ve “Sensiz N’aparım Ben” teklileriyle
başlayan KÖFN macerası, 2019’da “Güneşe Dokundum” ve “Yarım Yarım” teklileri ve
bu şarkıların da içinde yer aldığı, yedi şarkılık “Tepeler” albümüyle devam etmiş.
2020’de ise “Taş Kalbinin Çöllerinde”, “Fren” ve “El” teklilerini “Dans” kısaçaları
takip etmiş.
Salman Tin’in solo çalışmaları da o zamandan bu zamana, KÖFN’le
paralel ilerliyor. 2018’de “Bir Yol Bulunur, Bir Son Bulunduysa” ve “Gözlerinde
Bir Yer” gibi iki güçlü parçayla dikkat çeken Salman Tin, 2019’da “Bir Yol
Bulunur, Bir Son Bulunursa”nın akustik versiyonu ve “Ben Garsonken” adını
verdiği dört parçalık kısaçaları ile çıkışını sürdürmüştü. O günlerde de
yazmıştım, yine yazayım; “Ben Garsonken”in açılış parçası “Aptal Yaprak”, bence
2019’da yayımlanmış en iyi şarkılardan biriydi. Bence, yeteri kadar, hakkınca
gürültü koparmadı; biraz gölgede kaldı.
2020’de önce “Gözlerinde Bir Yer”in akustik versiyonunu
yayımladı Salman Tin. Peşi sıra “Öğrenmiş Bir Kadın” ve “Rüzgâr Beni Savururken”
teklileri geldi. Yıl bitmeden ardı ardına iki tekli daha geldi Salman Tin
cephesinden. Birisi, yeni nesil müziğin dikkat çekici isimlerinden Hayrettin
Taşkaya ile ortak yazıp kaydettikleri “Kırgın Suratın”, diğeri ise gitarist
Mert Perkduraner’in Salman Tin’e eşlik ettiği “Güzel Yalanlar”.
KÖFN ve Salman Tin’in solo işleri, aynı müzisyenlerin
elinden çıkmasına rağmen birbirinden farklı yollardan ilerliyor. KÖFN,
elektroniğin, “synth” seslerin, “loop” teknoljisinin hâkim olduğu, bir neci
yeni yeni dans müziği şarkıları üretiyor. Salman Tin ise daha akustik ve
şairane şarkılar. Müzikal anlamda daha sakin ve yer yer “blues”a yakınlaştığı
şarkılar bunlar. Hani bilmeseniz, farklı müzisyenler tarafından yapıldıklarını
sanabilirsiniz. Ortak nokta ise aynı kendine haslık, söz-müzik dengesi, genç
dil ve henüz işin ticaretine girmemiş, girmeye de hiç niyetli gözükmeyen amatör
ruh. Dolayısıyla Salman Tin ve Bilge Kağan Etil’in müziğin yakın dönem genç
jenerasyonu içinde kazanç hanesine yazabileceğimiz isimler olduğunu söyleyebilmek
mümkün.
KÖFN, “El” teklisini ve “Dans” kısacalarını Dokuz Sekiz
Müzik hesabına yayımlayarak sektörün majör müzik yapımcıları tarafına ilk kez
adım attı. Salman Tin’in başından beri Radyotör etiketiyle yayımlanan solo
işleri ise halen bağımsız müzik tarafta duruyor. Haliyle de ne yüksek bütçeli
klipler ne şarkıları dizilerde çaldırmalar ne de basın duyuruları, tanıtımlar
var o cephede. Müzisyenleri ve şarkılarını kendi kendine keşfetmeyi seven kuşak
için kuşkusuz bunun bir cazibesi var. Öte yandan teknik açıdan daha profesyonel
kayıtlar yapabilmek için (ki bu müzikten kazandığınız parayla ve o parayı müziğinize
geri döndürmekle doğrudan ilgili) daha fazla tanınır, bilinir olmak da kabul
edilebilir bir seçenek. Çünkü hem Salman Tin hem de KÖFN oluşumu, “Ellerinde
daha fazla imkân olsa neler yaparlardı kim bilir” dedirtecek bir nüve taşıyor;
bu aşikâr.
Gelelim Salman Tin’in bir hafta arayla yayımlanan son iki
teklisine…
Salman Tin ve Hayrettin Taşkaya’nın ortak imzasını taşıyan “Kırgın
Suratın”ın düzenlemesini Hayrettin Taşkaya yapmış. İki müzisyenin söz ve melodi
iklimlerinin uyumu kadar seslerinin uyumu da şarkıyı etkileyici kılıyor. Aşkın
türlü halleri türlü şarkılarla anlatılır bin yıldır. Herkes benzer hikâyeler yaşar
belki her dilde farklı tınlar, yeniden yazılır, yazıldı hep. “Kırgın Suratın”
da böyle bir şarkı. Aynı kelimelere yazılmış aynı hikâyenin hiç söylenmemiş cümleleri
ve o cümlelerle birlikte sanki kendiliğinden çıkıp gelivermiş gibi duran melodi,
sınırları geniş bir müzikal anlayışla düzenlenmiş.
Söz ve müziği Salman Tin’e ait “Güzel Yalanlar” ise klasik
gitar yürüyüşü ile başlayıp “blues”a doğru yol alan, Mert Pekduran’ın solosuyla
ateşlenen, sakin, sade, iddiasız ama akla hemen yer eden bir şarkı.
Alakasız bir fotoğraf değil; "Güzel Yalanlar" tekli kapağı :)
Artık müzikte öncelikli aradığımız husus olmasa da ben yine
de söyleyeyim: Salman Tin çok güçlü bir ses, çok buğulu, çok kadife, çok sıfat
sıfat üstüne bir ses, bir şarkıcı değil. Elbette olması da gerekmiyor;
özellikle de kendi şarkılarını yazan, anlatan bir müzisyen olması hasebiyle. Ayrıca
kendi kuşağındaki birçok şarkıcı gibi bozuk bir Türkçe, yanlış vurgular,
burundan çıkan bir sesle şarkı söylemiyor. Zamanla şarkıcılığını geliştirmemesi
için de bir sebep yok.
İster sondan başlayın ister baştan ama henüz
keşfetmediyseniz hem Salman Tin hem de KÖFN diskografilerini keşfetmekte daha
fazla geç kalmayın. Garanti veriyorum, seveceksiniz.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.